Hem kendi sermayesini, hem ecdadının
bıraktığı mirası yiyip bitiren, varlığın esas gayesinden uzak ve keyifli bir
hayat süren; yeni bir dirilişe ve yeniden uyanışa hasret olmakla birlikte,
harekete geçmek için adeta bir keramet, bir mucize bekleyen bu vatanın
evlatlarından birisinin günlüğünden ibretlik bir kesit…
Yaz sıcaklarının insanı bunalttığı
gecelerde en gözde mekândır orası... Cami çıkışı on dakikalık bir yürüyüş
akabinde buraya gelinebiliyordu. Gelen herkes tarihi ardıç ağaçlarının altında
hemen yerini alır ve keyif çayının gelmesini dört gözle beklerdi. Osmanlı
ardıçları olarak ün yapan ağaçların arasındaki Selçuklulardan kalma çeşmeden
yükselen su sesi ve esen rüzgârın, ağaçların dallarına çarpmasıyla ortaya
koyduğu o eşsiz musikinin eşliğinde sıcacık çayı yudumlamanın üzerine bir keyif
yoktu onlar için...
Yine böyle bir cuma gecesiydi. Cemaat
camiden daha yeni dağılıyordu ki, bir curcuna koptu sanki... Herkes birşeyler
söylüyor, ama hiçbir şey anlaşılmıyordu. Tam o sırada camiden yeni çıkmakta
olan bekçi Selim:
“ Ne oluyor, ne var?” diye haykırdı.
Herkes Osmanlı ardıçlarına doğru
bakıyordu. Bekçi Selim’in gözleri fal taşı gibi açılmış, ağzı açık,
bakakalmıştı. O eşsiz mekânda, enteresan ve kocaman bir ışık, iki ağacın
arasında dolaşıp duruyordu. Üstelik sürekli renk de değiştiriyordu. Bu manzara,
cesurluğuyla ün salmış bekçi Selim’i bile ürkütmüştü... Muhtar Hasan Efendi,
bastonuyla Bekçi Selim’i hafiften dürttü.
“Oğlum Selim, daha önce gördün mü şu
ışığı?” dedi. O ise titrek bir sesle: “Yok görmedim” diyebildi. Dedi demesine, ama
herkes ona bakıyordu. Ne de olsa bekçi idi. Öğrenmeliydi ne olduğunu. Bakışlara
daha fazla dayanamadı.
“Ben şimdi gider öğrenirim “dedi. Tüfeğini daha bir sıkı
tuttu. Fişekleri kontrol edip yola koyuldu. Karşı tepeye vardığında ışık
çoktan kaybolmuştu. Bir anlam veremedi. Ekili dikili alanları kontrol etmek için diğer
tarafa yöneldi.
Her zamanki dolaştığı yerleri tekrar
dolaştı. Güneş doğmak üzereyken aynı tepenin üzerine tekrar geldi. Asırlık
ardıç ağaçlarının birisine yaklaştı. Etrafı küçük taşlarla çevriliydi.
Ortasıysa yemyeşil çimen…
“Şurada biraz dinleneyim” diye mırıldandı. Ağaca sırtını dayadı, çok
geçmeden uyuyakaldı.
Çok geçmeden yüreğini hoplatan bir sesle irkildi. Dayanamayıp tekrar uykuya dalsa da aynı ses onu rahat bırakmıyor, sanki kulaklarında yankılanıp duruyordu. Beş dakikada bir yine
aynı ses… Hep aynı ses.
“Kalk ey insanoğlu! Ecdadının
mirasını bitirdin, yetmedi mi? Kalk ey insanoğlu! Biz burada niçin yatıyoruz
hiç düşünmedin mi? Kalk ey insanoğlu! Yattığın yetmedi mi?”
Yerinden öyle bir fırladı ki… “Hay
Allah! Kabrin üzerine yatmışım, gerçi bu vatanın her tarafı kabir. Keşke
önceden anlayabilseydik!” diye söylendi ve köye doğru süratle koşmaya başladı…
Bir taraftan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu:
“Şimdi koşma zamanı, artık koşma
zamanı…”
Attığı her adımda o ürpertici ses,
kulaklarında yankılanıyor ve adeta beyninde deprem etkisi yapıyordu… Her adımda
aynı ses, her solukta aynı ses…
“Kalk ey insanoğlu, uyuduğun yeter
artık!”
“Kalk ey insanoğlu, Hakk’ı
savunanlara delil yalnız biz mi kaldık? Durum öyle vahim ki, biz bile kalktık!”
Yusuf Avcu, İnsan Bir Sanattır 1
Yorumlar
Yorum Gönder