İnsan yüksek duygularla donanmış, fazilete istidatlı, güzellik aşkıyla
dolu, ebedi saadeti isteyen bir varlıktır. Kâinatın yaratılış sebebi ve en
değerli misafiridir. İnsan, Allah’ın isimlerinden
meydana gelmiştir. Bu yüzdendir ki, tüm insanlarda zat ve sıfat mertebeleri
itibariyle aynı bilgi ve ahlak güzelliğine dair basamaklar potansiyel olarak
mevcuttur.
Yüce yaratıcının 99 isminin farklı oranlarda yansıması ile oluşan eşsiz
yapıdır insan. Tüm boyutları ile evreni, insanı taşıması için meydana getiren
Allah, kendi ruhundan üfleyerek, kendi vasıflarından ve kendi isimlerinden
insanı yaratmıştır. Ve kendi isimlerinin manalarını taşıyıp onları açığa
çıkarmasını istemiştir. Allah’ın tüm isimlerinin manasını, dilediği anda
dilediği düzeyde ortaya koyabilen "İnsan-ı
Kâmil"dir. Yani Allah’a fiil, esma, sıfat ve sanatındaki detay bakımından
tam manasıyla ayna olan kimse demektir ki, ilk örnek S.A.V Efendimiz, diğer
peygamberler, evliyalar ve hak dostlarıdır. Kur’an- Kerim’de, kâinatta ve
insanda Allah’ın sıfatlarını okuyan, anlayan, kabul eden ve iman eden kimseler
bu mertebeye mazhar olur. Böylece hakiki bir insan olur. İnsanlık makamlarının
en güzelidir. Yani iman insanı insan eder.
Allah insanı kendi sıfatları üzere halk etmiştir ki, zaten kendi
varlığı dışında onun sıfatları üzerine yaratabileceği başka bir varlık da
yoktur.
İnsan yaptığı işte ne ölçüde ilahi isimlerle münasebet halinde ise, neticede elde ettiği faydalar da aynı nispette olacaktır. İnsan, ilahi isimlerin tecellisinin toplandığı bir odak noktası ve bir yörüngesidir. Hem Allah’ın güzel isimleri, hem de varoluşun tüm mertebeleri insanda mevcuttur. Ancak potansiyelimizde bulundurduğumuz bu isimlerin bazıları daha baskın, daha galip olarak ortaya çıkar ki, bu dahi her insanda farklılık arz eder. İnsanlar karakter, huy, duygu, düşünce ve davranışları açısından birbirlerine benzeseler de, tam olarak bir benzerlik söz konusu olamaz. Çünkü Allah’ın isimleri her insanda galip ve hakim isim olma yönünde farklılık göstermektedir. Allah kendi isimlerinin bazıları galip isim olarak, bazılarını da galibiyete açılabilecek bir çekirdek hükmünde insanın yapısına bir fihrist olarak yerleştirmiştir. İnsan müzik aletinin telleri gibi hangi isme dokunursa, insanın davranışlarında ve duygularında onun nidası yankılanacaktır. Yani hangi ismi zikrederseniz beyninizde o ismin manası yönünde bir gelişme olur. Ancak kendi mahiyetine konan isimlerden galip ve hâkim isim ile dua ederse, o ismi vird edinirse hem manevi olarak yükselebilir, hem de dualarının kabul olmasına vesile olabilir. Her insanın kendine tayin edilmiş olan kendi zirve noktasından daha ileri gidemez. Kabiliyetlerini kullanarak kendi zirvesine ulaşan insanlar, başka bir zirvenin olup olmadığını bilmediklerinden, cennetteymiş gibi o zirvenin haz, neşe ve zevkini duyarlar.
Bazı isimlere tasavvufta o zatın Rabbi denmesinin sebebi ise, hâkim
olan o isimlerin hükümlerini icra ettikçe daha belirgin hale gelmeleridir.
Diğer insanlarla kendimizi mukayese ettiğimizde veya ilahi isimlerin manalarına
bakarak kendi karakterimizde hangi ismin manasının daha yaygın olduğunu görmeye
çalıştığımızda anlarız ki, bazı hakim isimler benliğimizin bel kemiğini
oluşturmaktadır. Sadece insanda görülen huy ve tabiat ise, bazı ilahi isimlerin
manalarının zikir ve dua gibi değişik tepkilerle ortaya çıkışıdır. Yani insanın
korktuklarından emin olması da, arzu ettiklerine ulaşabilmesi de, kendi
varlığındaki mevcut olan isimlerin manalarını ortaya çıkartabilmesine bağlıdır.
Kainat kitabının bir özeti hükmünde olan insan, Allah’ın en çok ikram
ettiği ve en aziz kıldığı bir eseri ve sevgilisidir. Cenâb-ı Hakk’ın,
nihayetsiz istidat ve kabiliyet ihsan etmekle onu bütün mahlûkattan üstün
kıldığı insan, Allah’ın öyle büyük bir nakşıdır ki; dünyanın süsü, cennetin
çiçeği ve kâinatın en nadide meyvesi olmuştur. Yüce Allah, onu sevdiği gibi
meleklerine de sevdirmiş ve meleklerine ona secde etmelerini emretmiştir. Onu
sıfatlarının tecellisine ayine yapmış, kendisine muhatap kabul ederek, onunla
konuşmuş ve sohbetiyle şereflendirmiştir. Çünkü Yüce Allah, dünya ve ahireti
insan için, insanı da kendisi için yaratmıştır… Acaba insan için bundan daha üstün bir
muamele, bir makam ve bir şeref düşünülebilir mi?
Yüce Allah,
sınırsız kudret ve sonsuz rahmetini göstermek için; insanı sınırsız bir
acizlik, sonsuz bir fakirlik içerisinde yaratmıştır. Dünya ve ahiretin ölçülerini ve hassas dengelerini insan için düzenleyen,
insanı aleme sultan ve yeryüzüne halife tayin eden Allah, insana o kadar çok
nimet ikram etmiştir ki, akılları hayrette bırakır. İnsanların saadet ve
huzurla yaşamasını murat eden Allah, insanlara düyada maddi ve manevi sayısız nimetler
vermiştir. İnsanların O’na ibadet etmelerini, O’nun isimlerini anmalarını ve
O’na şükürde bulunmalarını insanlar için bir vazife olarak belirlemiş, dünya ve
ahiret saadetlerini bu vazifelerin yerine getirilmesiyle ilişkilendirmiştir. Bu
yüzden insan şükür ve ibadetle mükelleftir.
İnsan, şu kainat içinde pek nazik bir çocuk gibidir. Zayıflığında büyük
bir kuvvet ve acizliğinde ise büyük bir kudret var. Dünyaya geldiği anda rızkı
hemen yanı başında süt olarak gönderilmiştir insanın. Yine hemen yanıbaşında
bulduğu anne ve baba sevgisini, şefkatini ve merhametini bulamasa nasıl
yaşayabilirdi? Öyle ki dünyaya geldiğimizden bu yana, sürekli bizi ısıtan ve
aydınlatan güneş, temizleyip serinleten su, karnımızı doyuran yiyecekler ve
canlılığımızın devamını sağlayan hava gibi nice nimetler hep yanıbaşımızdaydı.
Zahmetsiz ve ücretsiz sahip olduğumuz aklımızla düşündük, anladık; gözümüzle
gördük, dilimizle tattık, burnumuzla kokuları aldık. Bunun yanı sıra ne
sindirim sistemimizin çalışmasından, ne kan dolaşım sisitemimizden ve ne de
sinir sistemimizin faaliyetlerinden anlık haberdar olabildik.
Herşeyde acizliğimiz açıkça görüldüğü halde, birçok hayati nimetler hep
yanıbaşımızdaydı. Çocuk kadar acizlik içindeki insan ihtiyaçlarını hep
yanıbaşında buldu. Demek ki acizlik, şefkat ve merhameti celbeden bir unsur. Nasıl
bir çocuğun acizliği anne ve babasının sevgisini, şefkat ve merhametini
celbediyorsa, insanın acizliği de yaratıcının şefkat ve merhametini diliyor,
istiyor. Yüce Allah da bu hal diliyle istemeye anında cevap veriyor. Hem de ne cevap! Her bir nimet inanılmaz bir
şekilde, ilahi bir sanat eseri olarak sunuluyor.
Allah insanı öyle bir surette halketmiş ki, sonsuz üzüntüler
yaşayabileceği gibi, sonsuz mutluluklar da yaşayabiliyor. Ve adeta mükemmel
çalışan bir sistem, bir makine hükmünde yarattılmış. İnsanı oluşturan organlara
baktığımızda, her birisinin vazifesi farklı, üzüntüsü farklı, lezzeti farklı,
mükafatı farklı ve faydası farklıdır. Ve her bir organımız O’nun güzel
isimlerinin farklı tecellilerini sergilemekte. Lezzet, afiyet ve sıhhat nasıl
şükrettiriyor ve insanı adeta bir şükür fabrikasına çeviriyorsa, aynı oranda
aslı vazifelerine de sevk eder. Musibet, hastalık ve acılar da aynen öyle çalışmayan diğer
uzuvları harekete geçirir, heyecanlandırır. Ve bütün bunlar insana aciz olduğu,
zayıf ve fakir olduğunu bir kez daha hatırlatır. Küçücük bir hastalık mikrobuna
yenik düşen insan, aciz ve fakir olduğunun farkına vararak Allah’tan yardım
istemeye, dua etmeye ve ibadet yapmaya
başlar. Yaratılış görevini yerine getirmeye başlar. Aksi halde sadece
bir gözün bile bedeli nasıl ödenebilir. Dünya güzelliklerine karşılık onları
görecek gözümüz olmasaydı, tadacak dilimiz, dokunacak elimiz, koklayacak
burnumuz olmasaydı; ne ilahi sanatı ögrebilirdik, ne de farkına varıp
anlayabilirdik. O halde, bize verilen her şey, insanın hizmetindeki her bir
canlı, yaşamına vesile olan her bir madde ve varlık insanı Allah’a ulaştırmak
gayesiyle yaratılmıştır.
Bununla birlikte insan, içindeki
korku, hüzün ve keder nedeniyle hiçbir zaman bir serçe kuşunun hayattan aldığı
lezzet kadar bile lezet alamaz. Fakat his, duygu ve yetenek itibari ile
hayvanlardan kat kat daha çok lezzet alır.
Mahiyetine yerleştirilen sevgi yeteneğinden dolayıdır ki insan, mevcut
varlıkların neredeyse tamamıyla alakadardır. Bir çiçeği, bir insanı, bir
hayvanı sevdiği gibi, dünyayı da seviyor. Cennete de muhabbet besliyor. Ancak
sevdiği varlıkların tamamı ölümlü olduğu için, üzülüyor azap çekiyor. Çünkü
kainattaki muhabbet sebebi olan tüm güzellikler, iyilikler ve lütuflar yüce
yaratıcının isimlerinin bir çok perdeden geçmiş yansımaları, zayıf birer
gölgeleridir. Oysa insana verilen bu sevgi yeteneği ebedi bir güzelliğe
yönelmek için verilmiş. O sevgiyi tüm güzellikleri yaratan, ebedi güzelliklere
sahip Allah’a yöneltmeyerek, O’nun güzelliğinin gölgesi hükmündeki yine O’nun
yarattığı varlıklara yöneltmek, verilen yeteneği kötüye kullanmak olur. Ve
gölge hükmündeki güzelliklerin ölümünden dolayı ayrılık acısı çeker.
Oysa insanın fıtratında şiddetli bir ebedilik ve sonsuzluk aşkı var.
Hatta sevdiği her şeyi önce sonsuz kalacak zanneder, öyle sever. Fakat ne zaman
ölümlü olduğunu veya kaybedebileceğini düşünse feryat etmeye başlar. Tüm
sevgisini ve tüm umutlarını bir insana bağlayan veya bir mülke o denli muhabbet
duyan bir insanın elindekini kaybedecek olması durumundaki üzüntüsü, kederi ve
çektiği acı gibi. İşte tüm bu ayrılık korkularının verdiği ızdırap ve acı,
insana verilmiş olan ebedilik ve sonsuzluk aşkından kaynaklanmaktadır. Hatta
cennetin yaratılması da bir nevi bu sonsuzluk aşkının etkisi ile yapılan umumi
dualardır ki, Allah bu kuvvetli, tesirli duayı kabul etmiş ve fani insanlar
için ebedi bir alem yaratmıştır.
“Biz insanı en
güzel bir şekilde yarattık.” (Tîn, 95/4) ayet-i kerimesinden anlaşıldığı gibi insan, maddi ve manevi birçok cihetle en güzel bir
şekilde yaratılmış bir sanat eseridir. İnsanın manevi cevherlerinin kaynağı
olan ruhu güzeldir, o ruhun elbisesi olan bedeni güzeldir, bir irfan meşalesi
olan aklı güzeldir, Allah’ın varlığının şahidi olan vicdanı güzeldir. Dimağı
güzeldir, zira orada zeka denilen pırlantanın parıltısı vardır. Konuşması ve
ifadesi güzeldir, düşünmesi ve hayali dahi güzeldir… Evet, insan kendisini
eşsiz bir sanat eseri kılan bu kıymetli cevherlerin değerini takdir ederek,
içindeki sonsuzluk aşkını, yalnızca kendisine veren sahibine vermelidir.
Bununla birlikte, görünüşte birbirine benzeyen insandaki cisim, kalb,
nefis ve ruh tanımları süratte farklıdırlar ve birbirlerine muhaliftirler. Tıpkı
saatteki akrep ve yelkovan gibi. Mesela cismi yani bedenin hayatı içinde
bulunduğu gün veya an kadardır. Geçmişi ölmüş, geleceğinde dahi ölüm var.
Kalbin hayatı ise, hazır bulunduğu günden önce ve sonrasına bakan genişliktedir.
Ruh ise, ruhların üflendiği andan itibaren yaşayan bir sonsuzluk yolcusudur. Bu
nedenledir ki, kalb ve ruh hayatına sebep olan Allah’ı sevme, Allah’ı tanıma,
O’na olan kulluk ve O’nu razı edecek amellerde bulunmak bu dünyadaki fani
ömrümüzün, sonsuz bir hayatın çekirdeği olmasına hükmettirir. Bu dünyada ne
ekersen, öbür alemde onu biçersin. Bu dünyada bir dakikada işlenen bir günahın
cezası, öbür tarafta belki seneler sürebilecek, bir dakikada işlenen bir sevabın
mükafatı da öbür alemde seneler sürecektir. Buna en güzel örnek, mazide işlenen
hatanın üzüntüsünün bazen yıllarca kalbte hissedilmesi veya yaşanan sevincin
tesirinin yıllar sonra bile hissedilebilmesidir.
İlahi bir sanat eseri olan insana yaratıcı tarafından atfedilen değer,
onun sanatkarına yakınlığı ölçüsünde değişmektedir. Öyle ki, vazifesini yerine
getirerek yakine erdikçe değeri cennetlere layık bir dereceye yükselirken,
vazifelerini yerine getiremediği zaman cehennemin materyali bir odun değerine
düşmektedir.
Kainata bakarak tüm varlıkların hiç şaşmayan bir kanun, düzen ve ölçü
dahilinde olduğunu gören insan, düşündükçe görür ki; kainattaki nizam ve
intizam içinde devam eden, hiç durmayan ve sürekli yenilenen hareketlerin,
değişimlerin en güzel örneği insandır. Kainat kitabındaki perdelerin kendisini
tüm bu sanat eserlerinin sahibine götürdüğünü fark eden insan, kendi varlığının
dahi yüce Sani’ye çıkan yolları anlatan bir kitap olduğunu anlar ve okumaya
başlar. Ve
anlar ki, insan bedenini çamur ve balçıktan yaratan Cenab-ı Hakk, bu bedene
hayat verirken kendi ruhundan üflemiş, dolayısıyla ruh ve beden olmak üzere iki
özellik üzere yaratmıştır. İnsan bedeninin yaşaması için dağları, deryaları,
bağ ve bahçeleri ile zengin bir kainat var eden Allah, sayısız nimetlerle
insanın midesini ve dilini memnun etmiştir. Ancak helal bile olsalar ani ve
fani olan bu nimetler ve sayısız zevkler insan ruhunu tatmin etmemektedir.
Gayesi maddi lezzetler olmayan insan ruhu; ancak iman, ilim, ibadet ve
marifetle tatmin olmaktadır. Ruhun gayesi Allah’ın kendisinden
razı olduğu bir kul olabilmektir. Kemali ve huzuru buna bağlı olan ruh, geçici
ve fani zevklerden ziyade sonsuz zevkler ister. Sonsuz ahenk ve nizam ister.
Birçok latifelerle ve duygularla donatılmış olan ve kainatı değişiklikler
yapabilme yeteneğine sahip olması gösterir ki, ruh ancak ve ancak ezeli ve
ebedi olan Allah’ı tanımak, sevmek ve O’na yakın olmakla olur.
Cenab-ı Hakk, hem özel eserlerine hem de aynı zamanda kendisine layık
isimlerine ve güzelliklerine bir kaynak, bir ayine olmak üzere, her ferde ve
her türe has ve bağımsız bir vücud vermiştir.
Zeka olarak, zeka ve yetenek olarak farklı farklı yarattığı gibi,
zenginlik, makam ve meslek olarak da farklı farklı yaratmıştır. İnsan ruhuna
ilahi bir program şeklinde yerleştirilen bu yetenek ve kabiliyetlerin her
birisi bir çekirdek hükmünde olduklarından, bu kabiliyetleri geliştirip
yetiştirmek ve ağaç haline getirmek veya yok etmek insanın elindedir.
Kendisine verilen yeteneklerini faydalı alanlarda kullanan insan, hem
manen hem de maddeten yükselmektedir. Yani kendisine verilen duyuları,
duyguları ve bedeni kullanım şekline göre yaratıcı katında değer kazanmakta
veya değer kaybetmektedir.
Düşünen insan
görür ki; insanı harika bir sanat olarak yaratan Allah, insanın bedenini de
muhteşem bir şehir hükmünde yaratmıştır. Damarlarımızın bir kısmı telgraf,
telefon gibi vazifeler görürken, bir kısmı su ve atık su tesisatı gibidir
adeta. Bir kısım damarlar vardır ki, kalpten gelen saf ve temiz kanı taşır ve
tüm vicuda dağıtır. Diğer bir kısım damarlar ise bulanık ve kirli kanı tüm
vücuttan toplar ve kalbe taşır. Kalp ise adeta arıtma reaktörü gibi gelen kirli
kanı arıtıp temizler. Hücrelerin bir kısmı ticaret yapan insanlar gibi vücuda
erzak dağıtırken, bir kısmı asker ve polis gibi tehlikelere karşı hazır beklemektedir.
Kimileri de temizlik yapmaktadır. Solunum yolları havalandırma sistemleri gibi çalışırken,
dişler de değirmen vazifesi görmektedir. Saçından tırnağına, kirpiğinden
kaşına, gözünden kulağına, beyninden kalbine kadar her bir uzvunda ve parçası
ilahi hikmetlerle ve sırlarla dolu olan insanın en çok zorlandığı husus;
kendisini tanıması, yani kendisini bir kitap gibi okumasıdır. Oysa sadece insan
anatomisinde görülen harika düzeni tamamıyla öğrenmeye insanın ömrü
yetmemektedir.
İnsanın ruhu ve
cesedi arasında bile, öyle bir münasebet vardır ki, ruh cesedin bütün
parçalarını ve parçaların mahiyetlerini birbirine yardım ettirir. Hatta ruh;
idarelerinde, zamanlama ve iletişimlerinde muntazam bir düzen, tasarım ve
program dahilinde büyük bir çoğunluğunu birbinin imdadına yetiştirir. Her bir
parça ile görebilir, hissedebilir, duyabilir; gördüklerini, duyduklarını ve
hissettiklerini dahi kusursuz yönetebilir. En küçük hücrede hissedilen ruh,
insan bedeninin bütününde dahi hissedilir.
Yaklaşık yüz bin
kilometrelik bir damar ağının farklı fonksiyon, hizmet ve faydalar eşliğinde
kusursuz bir şekilde küçücük bir insanın vücuduna yerleştirmiş olduğunu gören
insan; derinden incelendiğinde müthiş bir mimarlık ve eşsiz bir sanat harikası
ile karşılaşacaktır. Ve kendisinin
evrenin farklı ölçekli bir haritası olduğunu anlayacak, ilahi sanatın boyutları
içinde farklı boyutlarla donatılmış olan, manevi duygu ve latifeleri ile farklı
âlemlere açılan bir kapı olduğunu fark edecektir. Allah’a ulaşma adına bizzat
kendi vücudunda yetmiş binler perde olduğunu hissedecek ve ilahi bir sanatın
eseri olduğunu anlayarak sanatkarını tanımak isteyecektir. İlahi bir sanat
eseri olduğunu anlayan insan, bu sanat eserinin en güzel yer olan cennetlerde
sonsuzluk içinde sergilenmesini dileyecek ve bu uğurda gerekli başvurular ile
gerekli donanımları sağlayabilmek adına dünya misafirhanesinde gayret
sarfedecektir.
Diğer taraftan
insan senede birkaç defa adeta tüm cismini değiştirir. Her gün vücudumuzda
önemli değişiklikler ve yenilikler olmaktadır. Vücudumuzdaki hücreler her altı
ayda bir ölmekte ve yerlerine yenisi gelmektedir. Bu yenilenme her gün belirli hücrelerde
olmaktadır. Buna en güzel örnek, haftada bir kestiğimiz tırnaklarımızdır.
Kestikçe yerlerine yenisi gelmektedir. Saçlarımız da böyledir. Diğer bir örnek
ise, zaman geçtikçe insanın görünüşünün, kilosunun, boyunun veya ten renginin
değişmesidir. Bu da vücudumuzda bir şeylerin sürekli değiştiğini gösterir. Yani
insan bedeni aslında yılda iki defa ölmektedir, yeniden dirilmektedir. Acaba
kaç insan bunun farkındadır? Vücudumuz genç iken hoş, alımlı ve güzel bir gül
çiçeğine benzerken, ihtiyarladığında kuru ve uyuşmuş bir kış çiçeğine dönüşür.
Hakiki hayata açılan ölüm perdesini hikmetine ererek geçebilmek için,
bedenimizdeki ve kâinattaki dikkatimizden kaçan bu ölüm ve yeniden dirilişlerin
farkına varmalı ve idrak etmeliyiz. İdrak etmeliyiz ki, ölüm bizim için sonsuz
bir cennet hayatına açılan bir pencere olsun. İlahi bir sanat eseri olan
insanın bu idraklerine göre, cennetin mi veya cehennemin mi raflarında yer
alacağı belirlenir. Bu idraklerine göre sanat değeri biçilir.
Küçük bir canlıda
bile insanı hayretlerde bırakan öyle sanatlar vardır ki, kendi vücudunun bir
zerresine bile hâkim olamayan insan, bütün bu güzellikleri ortaya koyanın ne
derece bir güzelliğe sahip olduğunu kör bile olsa düşünür ve anlar. Bu ne
müthiş bir sanattır ki, bedeni taşıyan insan dahi, ne kendi vücudundaki büyüme,
gelişme ve değişmeden dolayı, nede kâinattaki bu sürekli değişikliklerden
dolayı bir çaba ve gayret sarfediyor. Adeta sadece izliyor ve sanki bu sanatı
izlemesi için gelmiş gibi bu dünyaya. İnsan açısından yapması imkânsız olan
işler, müthiş bir kolaylık, müthiş bir düzen ve devamlılık içerisinde yine
insanın gözünün önünde cereyan etmekte. Yediğimiz yemeğin mideye giderken veya
gittikten sonra bile hangi aşamalardan geçtiğini bire bir hangi insan takip
edebiliyor veya yediği lokmaya hâkim olabiliyor. Bu ne harika bir sanattır ki,
insan hiç farkında olmadığı halde cismin bütünündeki tüm sistem istisnasız
çalışıyor. Öyle ki insan vücudunda çıkan kıldan bile haberi olmuyor.
Demek ki, kıl
kadar iradesi, zerre kadar iktidarı, bir ışık yansıması kadar hayatı ve kısa
bir anı kapsayan ömrü, belli belirsiz bir mevcudiyeti varsa bile, aciz ve fakir
olduğu aşikârdır.
İnsan, aklı ve fikri sayesinde dağları ve taşları delebildiği, denizleri
geçebildiği, yıldızlara ulaşabildiği halde; bir mikrop ve sivrisinek karşısında
aciz duruma düşebilmekte ve mağlup olabilmektedir. Hatta bir mikrobun getirdiği
dert ile ömrü boyunca keder ve ızdırap çekebilir. Yani ağlayarak doğar, şikâyet
içinde büyür, pişmanlıklar içinde yaşar.
Bununla birlikte, verileni alması, bir şeyler istemesi yani dua etmesi
cihetiyle bu dünyada Allah’ın aciz ve fakir bir misafiridir. Misafir hükmünde
değer görmektedir. Sonsuz acizlik, fakirlik ve ihtiyaçlar içerisinde olan insandaki
kusur da sonsuzdur. Yapabildiği güzellikler cihetiyle pek küçük olan insan,
kusura iştiyaki ile küçücük hayvanlardan daha zayıftır. Fakat şer, zarar,
tahrip ve kötülük açısından dünyadan daha büyük hale gelir. İyilik yaptığında
tane tane ve az yapan insan, kötülük yaptığında ise maddi ve manevi bütün
yetenekleri ile kötülük yapar. Yaptığı bir kötülükle tüm varlıklara zarar
verebilir, değerli olanı değersiz hale getirir. İlahi sanat olması yönüyle
büyük değer taşıyan insan, şerre yöneldiğinde kendi sanat değerini
düşürmektedir. Tıpkı, değerli bir sanat eserinin kırılması veya çizilmesi gibi.
Çünkü insan; kendisini terbiye eden, kendisine ilahi bir sanat çerçevesi çizen
yüce yaratıcının güzelliklerini gören, ilahi sıfatlara ve yansımalarına ayna olan ve
ilahi sanatla yapılmış tüm varlıkları inceleyip anlayabilen yaratılmış olan
varlıkların en şereflisi ve yeryüzünün halifesidir.
Sonsuz kusurlar,
sonsuz ihtiyaçlar ve sonsuz acizlik ve fakirlik içindeki insan, kendisine
verilen maddi ve manevi yetenekleri ile ahiret hayatı gibi büyük bir gaye için
çalışırken, ahret yolculuğu için ihtiyaçlarını elde etmek uğruna zorluklarla
karşılaşır. Tavukların istediklerini elde edebilmek uğruna, toprağı ve gübreyi
eşmek için enerji sarfetmeleri gibi. Bununla birlikte emelleri ise sonsuzdur.
Karşılaştığı zorlukları aşma noktasında insanın en büyük techizatı ise,
kendisine verilen ve görülebilen beş duyu ile; yine görünmeyen fakat insana
verilmiş olan beş özellik duygular, cisim, ruh, kalb ve vicdandır. Ve insan bu
duyguları ve techizatları ile dünyanın bütün parçalarından istifade edebilir.
İnsan ve diğer tüm varlıklardaki
ilahi sanat, ilahi yaratıcının tüm sanat eserlerinin yanında olmasına delil
olur. İşte her şeyin nizam ve kanun dairesinde hareket ettiğini gören aklı
başında bir kişi, Cenab-ı Hakk'ın azamet ve kudretini görür, tam bir imanla
yaratıcısını tasdik eder, Allah’ın lütuf ve ihsanını düşünerek ibadet ve itaate
mecbur olduğunu anlar ve kabul eder. Böylece hakiki sanatkarına yaklaşma ve onu
tanıma adına önüne koyulmuş olan mertebelere bir bir yükselmeye başlar. Hem
kainatın sanat değerini, hem de kendi sanat değerini derin bir tefekkürle düşünür.
Kendini ve kainatı ibret gözüyle seyrettikçe ve Allah’ı tanıdıkça, O’nun azamet
ve kudretini düşünmekten meydana gelen haz ve lezzetten ruhanî bir zevk ve
huzur hisseder.
Ve anlar ki, Sani-i Zülcelal
kendi sanatının mucizeleri ile kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. Rahmetinin
güzel meyveleri ile kendisini sevdirmek ister. Ve insan da kendisini O’na
sevdirmek ister. İnsanın imanı ve irfanı artar, şükreder. Ve Allah’a ve O’nun
güzel isimlerine mükemmel bir ayna olur. Bu demektir ki, sonsuz aciz bir
varlık, ancak sonsuz bir güç ve kuvvet sahibi olan Allah’a tevekkül ederek
huzur bulur, dertlerden kurtulur. Hatta acizliğinden dolayı gözsüz bir
akrepten, ayaksız bir yılandan korkan insana Allah öyle lütuflarda bulunur ki;
küçük bir kurttan ipeği giydirir, arı gibi zehirli bir böcekten balı yedirir.
Dünya misafirhanesinde bulunmanın hükmü gereği, adeta farklı farklı ikramlarda
bulunur.
İnsan gerçek hayat denilen sonsuzluk yolculuğunda, dünya hayatını
içeren bir rüya görmektedir sanki. Çünkü yaratılan tüm varlıklar öyle bir
sanatla yartılmıştır ki, birbirlerinin çekirdeği ve meyvesi hükmündedirler. O
halde insanda ve kainatta gördüğümüz ve hayran kaldığımız bu ilahi sanat dahi,
bu dünyadaki aklımızla idrak edemeyeceğimiz derecede bir sanatla halkedilen ve
bu dünya hayatının meyvesi olan ahiret hayatının bir çekirdeğidir. Bu çekirdek,
kıyametin kopması akabinde toprağa düşecek, haşirle birlikte yeniden
filizlenecek ve akabinde meyve verecek bir ağaçtır. Ne tür meyve vereceği
çekirdeğe bağlıdır. Ne tür bir çekirdek olabileceğimiz konusunda tercih ise,
insana bırakılmıştır. Cennete layık bir çekirdek mi, yoksa cehenneme layık bir
çekirdek mi? Tıpkı küçücük bir meninin bir insanın çekirdeği niteliğinde olması
ve karakter yönü itibari ile insanın özelliklerini beraberinde taşıyıp
getirmesi gibi. Tıpkı taştan toprak, topraktan taş oluşumu döngüsünde olduğu
gibi. Ya da ağacın meyvesinde tohumunu saklaması veya tavuktan yumurta
yumurtadan tavuk çıkması gibi… Daha nice örnekler vardır ki, insanlığın devamı
dahi aynı şekilde değil midir?
Diğer taraftan insana değer katan en önemli unsur, Allah tarafından
bahşedilen hayattır. Evet, hayat bütün nimetlerden üstündür. Hem ilk
yaratılışa, hem de ölümden sonraki yaratılışa delildir. İnsanın var oluş
silsilesini irdelediğimizde görürüz ki, gözümüzü oluşturan bir zerre dahi,
moleküler âlemde yani zerreler âleminde iken vazifelendirilmiş ve bizim
gözümüzde yer alıp onun bir parçası olmak üzere yola çıkarılmış.
İnsanı oluşturan her bir zerreyi bu şekilde düşündüğümüzde, tüm varlık
aleminin dahi aynı kaidelere bağlı olduğunu hatırladığımızda ve kainatın tüm
zerrelerindeki bu vazifelendirilmelerin kusursuz bir şekilde gerçekleştiğini
gördüğümüzde; bize düşen tek şey Allah’a iman edip, O’na teslim olmak ve
tevekkül etmektir. Çünkü O, bizim gördüğümüz ve göremediğimiz tüm varlıkların
öncesine, şu anına ve sonrasına hakimdir.
Öyle ki, insanın cesedini teşkil eden zerreler dahi, alemin tüm
zerreleri içinde cansız, donuk ve dağınık iken; Allah’ın özel bir kanunu ile
belirli bir tertip ve düzen altına alınarak elementler alemine gönderilir. Burada
sessiz, hareketsiz, sakin ve gizli bir vaziyette iken, Allah’ın bir emri ile ve
hikmet altında varlıkların oluşum alemine intikal eder. Burada sessizlik içinde
iken, birden bire acayip ve garip bir tarzda meniye dönüşür. Sonra belirli
aşamalardan sonra bir kan pıhtısına dönüşür. Sonra bir et parçasına, sonras et
ve kemiğe dönüşür. Ve zamanla büyüyüp, gelişir ve değişir. Bu inkılabların her
birisi bir önceki konumuna göre daha mükemmel ise de, bir sonraki konuma göre
hayatsızdır. Bunların inkarı ise, öyle garip bir durumdur ki; insan ve
hayvanların teşkil ettikleri nesillerinin başlangıcı ilk babamız olan Hz.
Adem’de kesildiği gibi, sonu dahi son bir oğulda kesilip bitecektir. Düşünmeyen
akılsızlar, ilk babanın öncesini veya son oğulun sonrasını ifade edebilirler
mi? Ve ya nasıl ifade edebilirler?
İnsanı nakış nakış işleyerek bir sanat eseri olarak yaratan Allah, hiç
şüphesiz insanı yaratırken bir sanat icra etmiştir. Ve insanı en güzel kıvamda
ve mükemmel bir sanatla kusursuz olarak yaratmıştır. Yaratılışları itibari ile
sırlı bir sanat barındıran insandaki duyguların terbiye ve ıslahı, yine insanın
eline verilmiş, yani sınırlı bir irade ve tasarruf hakkı insana sunulmuştur.
Bundan dolayıdır ki insan; hem “insan” ismiyle inşa edilmiş bir “sanat eseri”, hem
Ahsen-i takvim sırrı ile manalandırılmış “insan” isimli bir sanat ve hem de
Ahsen-i takvim çerçevesi ile potansiyeli belirlenmiş “insan” sanatını icra eden
bir sanatçı hükmündedir. Yani her bir birey kendisini “Hakiki İnsan” yapabilmek
için uğraşmaktadır. İşte “hakiki insan” olabilme, kendisini mükemmel hale
getirebilme, kendisine verilen potansiyeli ve yetenekleri amaca uygun
kulanabilme, “insan-ı kamil” olabilme, yani Allah’ın istediği gibi bir kul
olabilme adına icra edilen şey “insan” denilen sanattır. Kul, insan demektir. O
halde, kul olma sanatının adıdır insan. Bu sanat dalı bazen bizim kapasitemizi
gerçekten çok aşar. İnsan denilen milyarlarca farklı sanat, her bir insanda isimlerin
farklı yansıması, duyguların farklı terbiye edilmiş olması, insanların etkileşim
içinde ve değişen bir varlık olması ve bütün insanların maddi ve manevi olarak
yükselebileceği en üst makamların da farklı olması bize önemli bir gerçeği gösterir.
Bu gerçek; doğumundan ölümüne kadar her insanın icra etmek için farkında
olmadan uğraştığı, fakat kimsenin adını koymadığı bütün sanat dallarını
kapsayan bir sanat dalının var olduğu gerçeğidir. İşte bu gizemli sanat dalının
adı “İnsan olma sanatı” dır.
Her bir insan mükemmel bir
kıvamda ve yüksek bir değerde yaratılmıştır. Ölürken yine yüksek bir değer ve
yüce bir makamda ölebilmektir tek gaye. İşte insan olma sanatı, insanın
doğumundan ölümüne kadar insanın kendi mahiyetini nakış nakış işlemesinin
adıdır. Bütün insanların sahip olduğu yetenek ve kabiliyetler farklı olduğundan
her insanda farklı bir nakış ortaya çıkar. Çünkü insan, çok farklı alemlere
açılabilen çok boyutlu ve mükemmel bir sanatla nakış nakış işlenmiş bir
yapıdır. Her insan kendindeki sanatı kendi seviyesine göre anlar ve mahiyetindeki
“ene” den dolayı aynı sanatı ortaya koymaya çalışır. Yani kendinde gördüğü
Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerine ayna olma niyeti ile ortaya koyulan
gayretin adıdır “insan olma sanatı”. Allah’ın rızasını kazanma adına ulaşılabilecek
olan en üst dereceye ulaşma sanatının adıdır. İnsanın maddi ve manevi
cihetlerinin gerekli talim ve terbiyelerden geçmesiyle insan insan olur.
Aslında burada insanın icra ettiği, icra edilmiş fakat üzeri bir çeşit
perdelerle ile kapatılmış olan ilahi bir sanatın, perdeleri uygun bir şekilde
açarak görünür hale getirilmesidir.
Bir “yap boz” gibidir insan varlığı. Mükemmel tasarlanıp insan denilen
bir resim ortaya koyulmuş. Sonra mahiyetindeki bileşenler farklı gruplara ve
parçalara ayrılmış. İnsana düşense asıl resmi geri bulmak. İşte bu kendini
bulma stratejilerinin, gayretlerinin adı “insanı olma sanatı”dır.
Topraktan elmas ya da altın çıkaran da, kömür çıkaran da insandır. Cevheri elde edecek yöntemi bulmak insanın vazifesidir. Neticede insanın kendisi de adeta çamura düşmüş elmas gibidir. Kimi insan sanatını iyi icra eder, elmas gibi asli değerini alır, kimisi az icra eder grafit değerinde kalır. Kimisi de icra etmez kömür kadar değer biçilir. Kömür ise ateş olur.
Öyle ise, tohum hükmünde olan bu
dünyadaki varlığımıza öyle bir şekil verelim ki, öbür tarafta pişman olmayalım.
Allah’ın isimlerine ayna olma noktasında öyle bir gayret edelim ki, ahiret
hayatımız için tohum ve çekirdek hükmünde olan bu varlığımız, cennetlere layık
bir sanat eseri özelliğini kaybetmeden sonsuzluk yolculuğuna devam etsin. Çünkü
insan öyle değerli bir sanat eseridir ki; hem kainatın en kıymetli meyvesi, hem
Muhammed (a.s.) cihetiyle kainatın içinden çıktığı çekirdek, hem kainatın en
aziz misafiri, hem kainatta değişiklik tasarrufuna sahip olmasına rağmen her
hareketi kaydedilen halife, hem sema ve
arzın üzerine almaktan çekindikleri “ene”emanetini omuzlayan aciz ve zayif bir
mahluk, hem yetenekli, hem sonsuz ihtiyaç sahibi bir sonsuzluk yolcusu, hem de
yüce Allah’ın sevgilisi Habibi!..Hz. Adem’in nesli, Hz. İbrahim’in milleti, Hz.
Muhammed’in ümmeti…
Yusuf Avcu, İnsan Bir Sanattır 1
Yorumlar
Yorum Gönder